Bir anda ayağa kalktı,ceketini giyip kendini sokağa
attı. "Dışarıda uzun uzadıya, sonsuz bir hayat var sanıyor insan."
dedi içinden. Ömrün kısalığını gören gözler hayretle açılmakta, yürekler
burulmaktayken buna inanmak elbette daha kolaydı. Korkmadan yaşamanın tek yolu
bu muydu? Yoksa mutlak bir sondan korkmamak için kendini bilmek yeter miydi? "Sonsuz
olan evren mi yoksa inanç mı?" İnsan bunca sorunun zamanla cevabını öğrense
de sözlerine ve ömrüne dökülüşü belli belirsizdi.
Sokağa çıktığında çevresine baktı.
Asfalttan güç bela çıkan çiçeğin incecik boynu yere dokundu dokunacakken bir
çocuk koparıp annesine uzatmakta, köşedeki kedi ise ağır ağır uykuya dalmakta
ve binaların arasından mızrak boyu sızmış güneş etrafı kızıla
boyamaktaydı. Aklına Can Yücel'in kaleminden, sevdiği bir şiirinin mısraları
düştü o an. İçinden mırıldandı.
Duru bir yeşildi ortalık
Akşam güneşi kırılmış bir mızrak boyu
Ve çocuk sesleriyle iniyordu ışık,
Ağlarda sanki dargın bir kılınç balığı
Pullarını döküyor üstüme
Bir sessizliği anlatmak için yazıldı bu şiir
Belki de anmak için
Bir damlacık bir sessizliği
Ağır adımlarla sokağın rüzgarını kucaklayarak yürüdü. Rüzgar hafifledi, şaşırdı, böyle kucaklanmaya pek alışık değildi çünkü. Hep kaçılırdı ondan, korkulurdu, hatta bazen de kızılırdı. Ama kimse kollarını açıp hoş geldin demezdi. O yüzdendi asabi hali, etrafı dağıtma isteği. Sevgiyi görememiş her şey ilk görüşünde afallar ya o hesap, rüzgar da şaşkınlıkla ağır ağır melteme yöneltti ibresini. Rüzgarın sakinlediğini fark etti insan, gülümsedi ve yürümeye devam etti.
Bir an durdu sokağın ortasında bir kara delik görmüş gibi donmuştu. Çevresine dikkatle baktı. Düşündükçe, soru sordukça kulağında Ömer Hayyam'ın sözleri yankılanıyordu. Ne kadar haklıydı akla bilginin temeli ve yol gösterici derken. Yolumuzu bir başkasının göstermesine ne alışıktık oysa. Başkası ne derse kabul etmek, levhalara, tabulara göre davranmak ve hiç soru sormamak ne kolaydı. Akıl ne boş geliyordu insanlara. Onu doğruyu aramak için kullanmak böyle korkutucu, böyle müziç gelmemeliydi. Velhasıl biz düşündükçe vardı bu dünya, düşünmek için vardı.
Devam etti yürümeye. "Ne kısa hayat"
dedi. Öyle ya da böyle gidiyorsun bu evrenden, terk ediyorsun dünyayı, evini,
şehrini. Onca anıyı güzelliği inkar eder gibi. Sadece fotoğraflardaki
gülümseyen siman kalıyor. Yıllar boyu gülümseyerek duruyorsun öylece. Sevmeyi
reddediyorsun sevdiğin insanlar senin yerini dolduruveriyor, nefreti inkar
ediyorsun nefret ettiğin insanlar senin nefretini unutup yaşamaya devam ediyor.
Sevdiğin kediyi bir başkası seviyor, suladığın çiçekler sen yokken fark
edilmeden solup gidiyor. Ailen, dostların, sevdiklerin o sofraları kurmaya
devam ediyor ah ne korkunç. Senin sandalyende bir başkası var belki. Belki
gülüyorlar sen hiç var olmamışsın gibi. "Ah ne kahredici acı." diye
söylendi. Bir anda durup düşündü. Göçüp gitmek miydi acı olan yoksa unutulmak
mı? "Unutulmak ne büyük, ne korkunç ceza!" dedi içinden. Ne büyük
ıstırap. Gitmek değildi sorun, onca emeğin, acının, sevincin, coşkunun bu
dünyada unutulup yok olması korkutuyordu onu.
Unutulacaktık elbet. Dünya neleri
unutmuştu, bizi de pekala unuturdu. Peki yaptıklarımızın izi kalmaz mıydı
ufacık da olsa? Kalırdı tabii. Bir ağaç dikersen büyür yıllar sonra bir kuşa
gölge olurdu mesela. O toprak, o ağaç seni unutur muydu? Unutmazdı elbet. Demek
insandı nankör olan. Hatta sevmeyi sevilmeyi kıymeti bilmeyen ve en çabuk
unutulandı belki de. En çok üzen, kızan, kıyan insandı. Bu dünyaya yalnız kendi malı gibi
davranıp yakıp yıkandı.
"İnsan. Ne sermest, ne acımasız
varlık." dedi içinden. "Öyle sermest ki gözü dönmüş adeta sonunu bile
görmezden geliyor."
Sonra bu kötücül, nefretini tetikleyen hissi ellerinin içiyle
bastırdı, yok edemeyince de en derinlerine sakladı. Kötüye kötü ile karşılık
vermek yalnızca acizlikti, babası öyle anlatmıştı ona. İnsanlığın bütününe nefret duymak evrene ve evreni
var edene haksızlıktı. Nefret de bir zayıflıktı aslında, onun karşısında sevgi her
daim hakiki bir merhem ve temiz bir güçtü. İnsan ne karmaşık varlık diye
düzeltti kendini. Yürürken ayağı taşa takıldı, tökezleyerek aştığı üç adımın
arkasına baktı. Bir boşluk gördü kaldırımda. Kırılmıştı ortasından. İçinden bir
yeşillik fışkırmış boynu yere düşmüş duruyordu öylece. Alıp koparmak istedi ama
dokunmadı. Sonra biraz su verdi. Derin bir iç çekip çevresinden, ellerinin
içinden, göz bebeklerinin köşelerinden akıp giden kendini anlaşılmaz sırlarla
kuşatmış hayata baktı. İçine, bedeninin her köşesine, hatta gözlerinin önüne usul usul sirayet eden sonsuz acabaları elinin tersiyle
savurdu. Sonra olup bitenleri gördü, her şey apaçıktı. Ne çok kalp kırıyor ya da ne çok güzel iş yapıyoruz ruhumuz bile duymadan.
Burada yapılanların bir karşılığı olmalıydı. Başka bir yerde bu dünyada olup
bitenler için "Sen yaşarken neler yaptın?" diye sorulacağına inanmak onu daha iyi ve nikbin biri yapıyordu. Karmaşaya ve kötü olan her şeye rağmen ayakta kalacak gücü
ancak o zaman buluyordu kendinde. Kızıllığını yavaş yavaş griye karşı kaybeden
gökyüzünde kuşların sesi yankılandı. Nasıl hala böylesine güzel bu gök diyerek hayranlıkla baktı. Sınırların ötelerinden bile duyulan kalp
kırıklıklarının, acıların ve gaddarlıkların sesi şu kızıl göğü delip nasıl geçmez diye düşündü. Koşuşturan
kalabalığa baktı son kez.
İnsan işte. Başı belli sonu belli. Peki sonun varlığını bilerek yaşıyorsa dünya için bunca telaşı neden?
Yorumlar
Yorum Gönder